Kitap Notları

Uygarlaşan İştah

Derler ki insanların doğayla dost olduğu, sadece ihtiyaç duyduğu kadar yediği, diğer canlılara, ağaçlara, kuşlara saygılı yaşadığı bir dönemde Erysikhthon isminde bir adam yaşarmış. Hali vakti yerinde olan bu insanoğlunun emrinde çok sayıda da insan çalışırmış. Sık sık şölenler düzenler, kazandıklarını dostlarıyla bölüşürmüş. Ancak nasıl olduysa bir süre sonra bu şölenler Erysikhthon’un zenginliğinin gösterisine dönüşmeye başlamış. Kazancını dostlarıyla paylaşmak yerine düzenlediği şölenlerle ne kadar zengin olduğunu onların gözüne sokmak arzusuyla yanıp tutuşuyormuş. Aldığı iltifatlar ve nüfuzlu olmakla elde ettiği gelirler kibrini yüceltmiş, kendini saray yavrusu evine sığdıramaz olmuş. Daha büyük bir ev ve içinde davetlilerin hayran kalıp gösterişi altında ezilecekleri büyük bir yemek salonu düşlerini süsler olmuş.

Sonunda hayalini yerine getirmek ve dev bir şölen salonu yapabilmek için yanına aldığı yirmi adamıyla Demeter’in kutsal koruluğuna gitmeye karar vermiş. Aradığı ihtişamdaki ağaçlar sadece onun korusunda varmış. Ağaçları baltalarla devirmeye başlayınca tanrıça Demeter, yaşlı rahibesi Nikippe’nin kılığında Erysikhthon’un karşısına çıkmış ve ondan bu emelinden vazgeçmesini istemiş. Yaptığı şeyin doğaya ve tanrıçaya saygısızlık olduğunu tatlı dille anlatmaya çalışmış. Kibrinden taviz vermeyen Erysikhthon, yaşlı kadını baltasıyla tehdit edince Demeter daha fazla dayanamayarak gerçek görüntüsüyle çıkıvermiş karşısına bu kibirli ve aç gözlü adamın. Ne kadar yerse yesin sonsuza kadar açlık çekmeye mahkûm etmiş onu.

Ucuz kurtulduğunu düşünerek başına geleceklerden bihaber evine dönen Erysikhthon, karnının aç olduğunu söyleyerek sofrayı hazırlatıp oturmuş ama yedikçe daha çok acıkmış, karnını bir türlü doyuramamış. O yedikçe çalışanları sürekli yemek pişirip önüne getiriyorlarmış. Erysikhthon yedikçe bütün varlığını tüketmiş ama açlığı hâlâ geçmemiş. Kendisini doyuracağına inandığı anne ve babasına ait her şeyi de yiyip bitirmiş ama yine doymamış. Erysikhthon en sonunda her şeyini kaybederek sokaklarda ne bulursa yiyen ama doymayan bir sefile dönüşmüş ve nihayet “Açım! Açım!” diye inleyerek ölüp gitmiş.

Günümüzün, deveyi hamuduyla yuttuğu halde karnı doymayan, fakir fukara herkesin elindekini alıp yemeye çalışan, yiyemeyeceği kadar mal mülk edinen açgözlüleri Erysikhthon’un torunlarıdır. Doğaya yaptıklarının cezasını hem kendileri çekiyor hem de hiç suçu olmayan diğerlerine çektiriyorlar.

 

İnsan ve besin arasındaki bağ yaşamsaldır, zorunluluktur. Yiyen/beslenen ve yenilen/besleyen arasındaki ilişki basit gibi görünmekle birlikte karmaşık bir yapı içerir. Uzaktan bir bakışla yemek, yiyenle yenilenin arasında olan ve yiyenin özneliğini, yenilenin ise nesneliğini belirten ve tümüyle öznenin inisiyatifinde gerçekleşen bir eylem gibi görünse de bu, yiyenin veya yeme işlemini dile getirenin hüsnü kuruntusudur.

 

İnsanın besinle ilişkisinde kırılma noktalarından biri de ateşin kullanıma sokulması veya evcilleştirilmesidir.

 

En erken veriler ateşin Homo Erectus tarafından evcilleştirildiğini, kontrol altına alındığını ve söndüğünde yeniden yakılabilir hale getirildiğini gösteriyor. Yemek pişiren ve hatta aşçılık yapan tek hayvan olan insan, ateşi devreye sokarak kendi evrimsel sürecinde önemli bir kırılma noktası oluşturmuş, besin hazırlama yönteminde devrim yaratmıştı.

 

Ana akım bilim dünyası sıklıkla yemek, pişirmek ve akıl arasında bir ilişki olduğuna dikkat çeker. İnsan bedeninin maliyeti en yüksek organı olan beyin, bu konuda merkezi bir noktada yer alır

 

Dinlenirken bile bir bedenin ihtiyaç duyduğu kalori miktarının %20-25’ini kullanan beyin, yüksek performans esnasında ihtiyaç oranını neredeyse %50’ye yükseltir. Bu durumda denilebilir ki doymak bilmeyen, obur bir organa sahip insanın yediklerinin önemli bir kısmı beynin ihtiyaçlarını karşılamaya harcanır.

 

İhtiyaç duyduğu her şeyi doğadan elde eden insanın daha çoğunu hedeflemesi kırılma noktalarından bir başkasına işaret etmektedir.

 

 

Neolitik yerleşim olan Çatalhöyük’te yapılan kazılar insanın topraktan tarım sayesinde daha fazlasını edinmeyi başardığını ama içeriğin değerinin düştüğünü göstermiştir.

 

Bireysel ve bedensel arzular toplumsal göstergelerle temsil bulmuş, sindirilmiş, açlığa hapsedilmişti. Sınıfsal tabakalanma, elde edilen ürünlerin paylaşımından kamusal edinimlere kadar nüfusun büyük bölümünü yoksulluğa mahkûm etmiş, arzular umuda bağlanmıştı.

 

Bedensel tatminsizlikleri insanı, gözü aç karnı doymaz bir hale getirmişti. Artık yaşamak için yemek değil yemek için yaşama devriydi. Milyonlarca yıl boyunca karın doyurmaktan öte bir ihtiyaç duymayan insan, hep daha fazlasını talep eder hale gelmiş bununla da kalmayıp gözünü diğerlerinin emeğine, ekmeğine dikmişti. Yemek, besin maddeleri ve enerji kaynakları iktidara dönüşerek simgesel anlamlarla yeni sosyal değerler yüklenmişlerdi.

 

Temelde bedenin ihtiyacını karşılamak amacıyla karın doyurmak dünya nüfusunun büyük bir kısmının durumunu ifade ederken azınlıkta olan diğer kesim için iştah ve lezzet gibi kavramlar yemekle ikame edilmeye başlandı. Yemek için zaman bile ayırmayan, günlük hareketliliği içerisinde karşısına çıkan şeyleri yiyerek karnını doyuran avcı-toplayıcı insanla kıyaslayınca modern insanın yaşamını yemek üzerine kurmuş olduğu görülür.

 

Bugün dünyanın en zengin (gelişmiş) ülkesinin besin ve maddi stokları, bırakın açları birkaç dünya nüfusunu doyuracak niteliktedir. Bu yüzden şunu açıkça söylemek gerekir ki açlık doğal değildir, dünyada açlık diye bir şey yoktur. Eğer halklar, insanlar aç kalıyorsa bunun nedeni siyasidir. Eğer Afrika’da Sudan’da, Somali’de, Etiyopya’da insanlar açlıkla yüz yüze ise, dünya ekonomisinin neredeyse %80-90’ını elinde bulunduran birkaç yüz kişi, birkaç aile ve yine birkaç siyasetçinin isteği bu yönde olduğu içindir. Bütün olan bitenler onların doymak bilmeyen kapital iştahı yüzünden gerçekleşiyor.

 

Ülkelerdeki şatolar ve ayrıcalıklara sahip derebeyleri yerini uluslararası şirketlerin sahibi olan ailelere bıraktı.

 

Bugün dünyanın en zengin 8 insanının 426 milyar dolarlık geliri, 3,6 milyar insanın toplam gelirine eşit bir varlığa sahip. Bu yüzden gelinen noktada denilebilir ki açlık yoktur iştah terörü vardır. Doğada ne ihtiyacından fazlasını yiyen ne de şişman bir hayvan vardır. Uygarlaşan iştahıyla insan karnını da gözünü de doyuramaz hale geldi. Uygarlık ilerlemiş ve onun sonucu olan tatminsiz bireylerde gittikçe büyüyen mideyle birlikte açgözlülük de artmıştı. İnsan kentlileşmiş, evcilleşmiş ve doğasından uzaklaşarak midesini bedeninin dışına taşımayı başarmıştı. Artık doyurulmayı bekleyen midelerin yerini doldurulması gereken cepler, para kasaları, depolar, bankalar almıştı. Gözün doyumsuzluğu midenin açlığını bastırmış, iştah uygarlaşmıştı.

 

Çevreyi dönüştüren, tüketen, tahrip eden ve yenilebilir olan her şeyin doğasını değiştiren insanın eskiye öykünmesi kendi başına bir araştırma konusudur.

 

Ürettiği uygarlığa bu kadar güvenen, teknoloji ve bilimsel faaliyetlerden hiç şüphe etmeden bulunduğu noktayı bir gelişmişlik olarak gösteren modern insanın binlerce yıl önceki atalarının yediklerine öykünmesi çok trajiktir.

 

Doğadaki yenilebilir hiçbir şey binlerce yıl önceki haliyle kalmadı. Yenilebilir her türlü bitkiyi kültüre alan, onları kendi kontrolünde ve istediği kadar üretmek isteyen Homo Sapiens, daha fazlasını elde etmek için onların niteliğinden çok şey eksiltti.

Doğal olan yerini kültürel olana bıraktı ve bu değişim süreci halen devam etmekte.

Hayvanlar da bu değişim çarkından kaçamadılar. Evcilleşenler, sayısal değerleri artacak bir yaşam biçimine mahkûm edilirken bütün özelliklerini yitirdiler.

Evcilleşmeyen bitkiler ve hayvanların ise çoğu yaşamdan çekilirken hayatta kalan pek azı can çekişe çekişe yok oluşa doğru gidiyor.

 

İnsan, bir yandan ürettiği teknolojiyle besinleri dönüştürürken öte yandan besinler de insanı diyetinden sindirim sistemine varana kadar değiştirip farklılaştırdı.

 

Ateşin kontrolü insan türünün yaşamındaki en önemli kırılma noktalarından biridir. Isınma, aydınlanma ya da silah amaçlı kullanımı dışında ateşin insana sağladığı en önemli olanak kuşkusuz yemek pişirmedir. Doğada yemek pişiren tek canlı olan insan türü hem bedeninde hem de sosyal yaşamında gerçekleşen bazı değişiklikleri ateşe ve pişirmeye borçludur.

 

Bir hammadde olarak besinin yemeğe dönüşme yolculuğu, toplumun yapısıyla karşılıklı bir etkileşim içindedir hem belirlenen hem belirleyicidir. Sınıflı bir toplumda besin yolculuğu diğer toplumlara göre daha uzun sürer.

 

Basit ve nüfusu az toplumlarda üretimden tüketime giden yol daha kısayken, katmanlı ve karmaşık toplumlarda bu süreç bir hayli uzamaktadır.

 

İnsanın ihtiyaç duyduğundan daha fazlasını üretme arzusu uzmanların ortaya çıkmasını sağlamış, insan ilişkileri daha çetrefilli bir hal almıştı.

 

Yaklaşık 4-4,5 milyon yıldır dünyada yaşam mücadelesi veren insanın yaşam biçimindeki değişimler besinin yemek yolculuğunu da derinden etkilemişti.

Ateş ve pişirme ise bu değişimin yapıtaşını oluşturuyordu.

 

Tür olarak insanın daha fazla ve besin değeri yüksek yiyeceğe ihtiyaç duymasının en önemli nedeni büyük olmasıyla övündüğü beynidir. Ayrıca bağırsaklar da bu konuda önemli bir rol üstlenir.

 

Antik felsefeden bu yana neredeyse tüm düşünürler kadını doğayla ve dolayısıyla bedenle özdeş kılarak ötekileştirmişlerdi. Erkeği akılla bezeyip yücelten ataerkil anlayış, bu özelliğiyle kadın ile uygarlığın kontrol altına almak istediği doğayı birleştirme çabası içerisine girmişti. Kültürün erilleşmesine de katkı sağlayan bu düşünme biçimi, edebiyattan sinemaya, dilden gündelik hayata ve yemeğe kadar her alana yansımıştır-Et, (özellikle de mutfağa hiç girmedikleri halde mangalın başına geçmekte hevesli erkekler dikkate alındığında) erkek egemen-etkinliğinin sembolü olarak dikkati çekerken bitkisel yiyecekler ve sebze yemekleri kadınla anılır hale gelmiştir.

 

Et yemek de dahil olmak üzere insanın besinle ilişkisindeki en radikal değişiklik, arkeologların Bereketli Hilal olarak adlandırdıkları İran, Irak, Türkiye ve Suriye’nin dahil olduğu bir coğrafyada yaklaşık 12 bin yıl önce gerçekleşti.

 

Tarımsal yaşam, çalışma ve yaşama koşullarını, dolayısıyla zamanı parselledi, organize etti.

 

Tüm yaşamını yeni ve kendi yarattığı koşullara göre düzenleyen insanın beslenme sistemi de çok değişmişti. Bu konuyu ileride yeniden ele alacağım ancak burada şunu vurgulamak isterim: Bu değişimler bazı canlıların mağduriyetini de beraberinde getirmişti. Yeni kültürün ürettiği ortak akıl ve onun getirisi olan birlikte yaşam, öncelikle insan biyolojisini tamamen kısıtlayan bir yaşam biçimi dayatmıştı. Birlikte yaşamanın bedeli olarak bireysel özgürlük toplumsal dayanışma adına kurban edilmiş, bedenlerin arzuları ve ihtiyaçları yeniden düzenlenmişti. Bu düzenleme öncelikle bir aradalığı güçlendirecek cinsiyet davranışlarını organize etmekle işe başlamıştı.

 

Arkeoloji ve geçmişle ilgilenen diğer sosyal bilimler, çalışma nesnesi olan geçmişi kendilerini iyi hissedecek şekilde yorumlama alışkanlığına sahiptir.

 

En eski çağlardan bu yana ürettiği kültüre methiyeler düzen insan, ilerlemeci bir yanılsamayla geride bıraktığı geçmişi “ilkel” olarak yaftalayarak kendi gelişmişliğine olumlu bir pay çıkarmıştır.

 

 

Önceki varsayımların aksine, avcılar ve toplayıcılar (bugün sığındıkları marjinal alanlarda bile) halk öykülerinde anlatıldığı gibi açlık çeken, bir gün yemek bulamasalar ölecek biçareler değildirler… Buna karşılık tarımla uğraşanlar kendi beslenme düzenleri, sağlıkları ve boş zamanları bakımından hiç bugünkü kadar kötü durumda olmamışlardı.

 

Evcilleşme, doğal seçilim yasalarından yapay seçilime geçişin göstergesi olarak genetik özelliklerin değiştirilmesi anlamını da taşıyor. Bu haliyle belki de tarihin ilk genetiği değiştirilmiş organizmaları olarak evcilleşen bitki ve hayvan türlerini kabul etmek mümkün. Ancak en fazla evcilleşen hatta kelimenin tam anlamıyla evcilleşip kendini evin sınırları içine hapseden insan da bir GDO olarak kabul edilmelidir.

 

Gelinen noktada kendisiyle birlikte ürettiği şiddet ve inanç kültürünü tüm dünyaya hâkim kılmayı başaran buğdayın bu mücadelede önde olduğuna kuşku yok. Buğday ve insan el ele dünyayı fethettiler.

 

Arkeolojik keşifler, yerleşik yaşam ve tarımsal kültürden önce toprağı işaretleyen, yere anlam ve önem katan, insanı durduran, sabitleyen, ilk kez mimari inşa ettiren-motivasyonun inanç olduğunu gözler önüne seriyor. İnsan hareketliliğini, göçebeliğini sona erdiren, onları toprağa bağlayan ilk hamle en azından bugünkü arkeolojik veriler ışığında inançtır demek mümkün. Dolayısıyla tarım yapmanın, toprağı işlemenin, emek sarf etmenin ibadetle eş tutulması da daha anlaşılır hale geliyor. Sonrasında faşist kapitalizmin “çalışmak özgürleştirir” şeklinde dönüştürdüğü bu tarım uygarlığının sloganı, başından bu yana “çalışmak ibadettir” şeklindedir ve emek sömürüsünü dikte eder. Böylece ekmek nimete dönüşür, kutsiyet kazanır.

 

Yerleşik tarım kültürü hayvanlara benzer biçimde insanın bedeni üzerine de ciddi bir stres bindirmişti. Aşırı çalışmanın verdiği aşınmalar kemikler üzerinde iz ve hasar bırakabilmekteydi.

 

Evcilleştirme ve diğer canlılar üzerine hâkimiyet kurma çabası çok sayıda olumsuz şeyi de beraberinde getirmiş ve insanın gereğinden fazla evcilleşmesine yol açmıştı. İnsan, bir kısmını kendi isteğiyle bir kısmını ise iradesi dışında yaşamına dahil ettiği pek çok hayvanla aynı mekânı paylaşmaya başlamıştı. Ev ya da köy olarak anılabilecek bu yeni yaşam alanında birbirine daha önce bu denli yakınlaşmamış birçok canlı arasındaki etkileşim, problemin asil nedeni olmuştu. Bu, her şeyden önce insanın tüm dikkatini mekânsal çevreye odaklamasına yol açmıştı. Doğadaki gezici, toplayıcı-avcı yaşam biçiminde daha geniş bir perspektifle her şeye dikkat etmesi gereken bir hayat yaşıyordu ve algısı son derece açıktı. Belli konular üzerine yoğunlaşan dikkati nedeniyle uzmanlık kazanan insan, doğrudan ilgisi dışında kalan alanları terk etmeye yöneldi.

 

İnsanın dünyasını, çevre algısını tarımsal ürünlerin ve evcilleştirilmiş hayvanların imgeleri istila etmişti. Bundan böyle sofrasına besin olarak getirdiği her türlü canlı “ürün”e dönüşürken yiyemediği veya ilgi alanına girmeyenler “yaban, vahşi” olarak zihinlerde kodlanmaya başlamıştı. Düşman ve dost belirlenmiş, savaşın nesnesi doğayla özdeş “yaban” olmuştu. Artık o, öldürülebilir, yok edilebilirdi.

 

Hastalık bile neredeyse tümüyle uygar yaşamın bir icadıdır; bilinen tüm salgın hastalıklar, tarihsel gelişme karşılığında ödenen birer bedeldir.

 

Tarım ve hayvancılık insanın gündelik yaşamını da etkilemiş, onu bir takvime bağımlı kılarak çalışmaya/yaşamaya mahkûm etmişti: Kültürün verimiyle birlikte, kişi başına düşen iş miktar artarken, kişi başına düşen boş zaman miktarı azalmaktadır. Tarım kültürü ekonomik ve dini bir kültürdür. İnançların üretim ve tüketim süreçleriyle kurumsallaştığı bu kültür, insanın, doğanın ve hayvanların acımasızca sömürülmesini normalleştirip gündelik yaşamın bir parçası haline getirmişti.

 

Dünyevi devinim, işler, yaşam, kaygı ve korkular bu değişimle birlikte gökler aracılığıyla yeni ve daha ağırlaştırılmış olarak bedenlere yüklenmişti. Yaşamı ve bedeni kendine ait olmayan, kendi bedeni ve yaşamı üzerinde tasarruf sahibi olmayan bir “yaratık’a dönüşmüştü insan.

 

Göklerin ilahi emriyle toprağa saldırıp onu talan etmek, hep fazlasını istemek/daha fazlasına göz dikmek ve bu uğurda her şeyi mübah görmek bu yeni yaratığı bir saldırgana dönüştürmüştü. Minicik midesi doysa da gözünün alabildiğine derinliği doymak ve dolmak bilmiyor, cepler, mahzenler, depolar inşa ediyor, hiçbir zaman tüketemeyeceği kadar fazlasını hayal ediyor, biriktiriyordu.

 

Toplayıcıyken zamanını yaşayan, ilerisi için düşüncelere gark olup hayatı ihmal etmeyen bir canlıyken, uygarlıkla birlikte şimdiki Zamanını çalışarak, geleceğe dair umutlar ve düşler içinde harcayan insan artık zamanını kendi tayin edemeyen bir tarihsel yaratık oldu.

 

İnsan, evrimsel süreç içinde toplumsal yaşama mahkûm olmuş, rasyonel örgütlenmiş sosyal ilişkiler dünyasının bir parçası olmayı kabul etmişti. Bu örgütlü sosyal yapı, üyeleri tarafından kabul görmüş değerleri taşıyan göstergelerin toplamından teşekkül ediyordu. Dil, bu göstergelerin oluşumunda ve bireylerin terbiye edilip bir arada yaşamasında dolayımsız bir rol üstlenmişti.

 

Dilin esnek ve değişken yapısı nedeniyle toplumsal mana dünyası, dili oluşturan ve toplumun kabulünden geçmiş göstergeler tarafından dönemin sosyo-politik ve ekonomik koşullarına uygun olarak sürekli yeniden inşa edilir.

 

Sosyal yapı içine doğan her birey, dille tanıştığı andan itibaren ait olduğu sınıfsal yapıya bağlı olarak kişisel ve biyolojik doğasından gelen kimi öznel davranışları terk etmek üzere sıkı bir eğitimden geçirilir.

 

Toplumsal değerlere ters düşecek kişisel arzulardan ve haz talebinden vazgeçmek bu eğitimin temelini teşekkül eder. Aksi bir durumda, yasaların ve yasakların devreye girmesi ile bir trajedi hâsıl-olabilmekte, hastalıklı olarak teşhis ve tecrit edilmekten katli vaciptir fetvasına kadar her türlü musibet bir ceza olarak gündeme gelebilmektedir.

 

Kadının Antik Yunan toplumundaki yerini en iyi özetleyen kelime ekonomidir. Yunanca ev ya da ev halkı anlamına gelen oikostan türemiş bir kelimedir, oekonomikus. Bu da kadının yaşamının sınırlı olduğu evin, kadın idaresinde olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir. Oikos, Anadolu mimarlığında hayat denilen merkezi oda anlamını taşıyordu. Geleneksel Anadolu mimarlığında hayat, içinde ocağın bulunduğu ve gündelik yaşamın geçtiği mekândır ve bu anlamıyla oikosla aynı şeyi ifade eder.

 

İnsan türü tarihinin büyük bir bölümünü avcı-toplayıcı yaşamıştı ve bu konuda büyük bir birikime sahipti. Yaklaşık on bin yıl önce, yaşam biçimini değiştirip tarımcı yerleşik topluluklara geçerken bu deneyimlerin büyük bir bölümünü geride bıraktı, yeni bir yaşam kurdu.

 

Toprağın işlenmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve ailenin kurumsal organizasyonu mülkiyetin ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti. Büyük emek gerektiren tarımsal kültür, insan ve hayvan bedeni üzerinde sömürü fikrini de yaratmıştı.

 

Besin kaynaklarını ellerinde tutanların diğerleri üzerine iktidarı da kaçınılmaz bir hal almıştı. Daha fazlasına sahip olmak, toplumsal sınıfını belirleyen bir unsura dönüşünce rekabet ve çatışma kültürü inşa edilmiş oldu.

 

Bireylerin istediğini yiyemediği, giyemediği, yaşayamadığı bu sınıflı yapıda var olmak bir mücadeleye, sınıf çatışmasına dönüşmüştü. Savaş bundan böyle hiç yaşamadan karın tokluğuyla çalışmaya mahkûm edilenler ile hiç çalışmadan yaşamın keyfini sürenler arasında cereyan edecekti.

 

Görkemiyle dikkat çeken her uygarlık göstergesinin ardında binlerce insanın emeği, teri, kanı ve canı vardır. Dolayısıyla uygarlık ve onun tüm gösterenleri bu kanlı gösterinin toplumsal, göz için kamufle edilmiş halidir.

 

Yemeğin iktidarını elinde bulundurmak, iktidarın yemeğini de beraberinde getirmişti. Muktedirler elde ettikleri güçle besin dağıtımında kendi iktidarlarını güçlendirecek sınıfı (aristokrasi ve burjuva) yaratmışlardı.

 

Yaşamak için bedenin mahkûmiyeti besinedir. Bu nedenledir ki insan bu dünyada varlığa geldiği milyonlarca yıl öncesinden itibaren yiyebildiği her şeyi yemiş, iştahsal arzularını tatmin için yenilebilir her şeyi bedeninin içine almayı, özüne dahil etmeyi ihmal etmemişti.