Kitap Notları

Firarperest

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek… zaman zaman… her zaman.

Nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et, yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikâyeleri arşınlamaktır, memleketleri değil.

Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar.

Bence devre mülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene, her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. Iran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya… Nasıl yaşar, nasıl ağlar orada insanlar, sirf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan… Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Kemirir ruhumuzu hırslarımız, kariyer, şöhret veya para pul telaşımız. Bir fare gibi sessiz, derinden ve sinsice. Ufak ufak ısırıklarla kemirir içimizi rekabet duygusu. İktidar iptilası yer bitirir insanı. Bir koltuğa sevdalanmak tüketir adamı. Tuzaklarla doludur bu hayat. Nefsimizin tuzaklarıyla. Düşer düşer çıkarız. Dizlerimiz yara bere içinde.

Önemli olan nefsin çukurlarına düşmemek değil, düşünce çıkabilmeyi becermektir.

Burjuvazinin hallerinden haz etmemek aklın başladığı noktadır. Gustave Flaubert

Hırpalıyoruz kendimizi, birbirimizi milletçe, memleketçe. Birbirimizden “öteki”ler yaratıyoruz. Anlamadan dışlıyor, görmeden kapatıyor, tanımadan etmeden sevmediğimize kanaat getiriyoruz. Ha bire farklılıklarımıza yoğunlaşıyoruz, zerre kadar ortak noktamız yokmuş gibi davranarak. Birbirimizi “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” diye ikiye ayırıyoruz. Arada kalanlara ya da herhangi bir kutba ait olmayı reddedenlere şüpheyle yaklaşıyoruz. Araf’ta kalanları anlayamıyor, öteliyoruz.

Yalnızlık

Yalnızlık insana en çok başkalarıyla çevriliyken gelen bir histir ki, kimileri buna “etraf kalabalıkken kalbin yalnız olması hali” derler.

Yalnızlık insanın kendi kendisiyle yaptığı bir sohbettir. Aracısız. Katkısız. Oyunsuz. Yalansız. Saf ve som bir sohbet…

Sonsuz seyahatler âlemidir kitaplar. Zamanda ve mekânda bir kuş kadar özgür kılar insanı. Alırsın kelimeleri tek tek, bir araya getirirsin topak topak. Yumuşacık ama dayanıklı. Kanat yaparsın harflerden. Uçarsın uçabildiğince…

Türkçenin belki de en güzel kelimelerinden biridir “niyet etmek.” Kolay kolay başka dillere çeviremezsin. Oruç tutan insan mesela, “oruçluyum” demez, “niyetliyim” der. Sen niyet edersin samimiyetle; yürürsün kendi yolunda, elinden geldiğince. “Öğrenenler”den olmak istersin, “bilenler”den değil. Niyetin sana rehberlik eder. Adım adım, aşama aşama…

Şimdi sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu? Nâzım Hikmet

Şarkılar çıkıyor piyasaya, ardı ardına. Hepsi de aşk üzerine. Sözler benzer, iddialı. Diziler çekiliyor peş peşe. Gene hepsinin ana teması “büyük aşk.” Ama televizyonu kapatıp kendi hayatlarımıza döndüğümüz anda, ne yazık ki “büyük aşk”tan anladığımız aslında “büyük ego.” Biz elmanın da muhakkak bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı, egomuza hizmet etmekle yükümlü bir kâhya bellemişiz adeta. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar çabuk, bu kadar kolay savruluyoruz.

İnsanlığın icat ettiği en karmaşık kurumdur evlilik. İpte cambazlıktır. Elinde mavi kurdeleli sırık, ince bir ip üstünde dengede durmaya gayret ederek yürürsün adım adım. Hem böyle boncuk boncuk ter içinde dengede durmaya çalışmak hem de etrafa bir şey çaktırmamak zordur ki, hem de nasıl. İdare etmek sanatı üzerine kuruludur evlilik. Kadın erkeği, erkek kadını, gelin kaynanayı, görümce görümceyi, aktörler aktörleri…

Hiç kimse kendi beynini, bir başkasının yerine düşünmek için kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamaz ve devredilemezler. Ayn Rand

Zamana odaklanmaktan “an’ı yaşamaya fırsat bulamıyoruz ki. Hayatımız ya geleceği planlamakla geçiyor ya geçmişi hatırlamakla. Bir kapısı geçmişe, bir kapısı geleceğe açılan “an’ın ismi ise “dem.” İçinde önceki ve sonraki zamanın olasılıklarını taşıyor.

“Bilgi” insanı daha olgun, daha âlim, daha uzman yapmaz her zaman. Bilgi bazen de perdeler çeker insanın gözüne ve gönlüne. Bilgi zor bir emanettir taşımasını bilmeyene…

“Dost”, Türkçenin en güzel kelimelerinden. Yalın, şeffaf ve tatlı; insanın ağzında akide şekeri gibi eriyen. “Dost” başka, “arkadaş” başka. Keza “yoldaş”, “kardaş”, “ruhdaş”, “rüyadaş” başka. Öyle güzel ayrıntılar var ki dilimizde, başka dillerde karşılığını arasanız, kolay kolay bulamazsınız. “Sevgi” başka, “aşk” başka. Arkadaş bir esinti ise, ferah ve latif; dost kuvvetli bir rüzgâr demek, bir deli-güzel yel, saçıp dağıtan, tutup silkeleyen. Arkadaş çiseleyen bir yağmur ise, dost bir fırtına demek. Parçaları yerinden söken, tozu dumana katan, insanı sarsıp kendine getiren. O yüzden bu kadar azdır gerçek dostlar. Doğası gereği. O yüzden sarılmak gerek sıkı sıkı dostluğun kadife ipine. Ve kulak vermek nabzına, ritmine.

Dostların arasında olmak çöl ortasında kendini yemyeşil bir vahada bulmak gibidir. Kuruyan dilin suya doyar, daralan yüreğin ferahlar, içindeki karamsarlık sisi perde perde kalkar. Dost umut demektir. Faniliğinle, eksikliğinle, kusurlarınla, takıntılarınla çok daha barışık hale getirir seni. Dostun seni seviyordur ya, aynen bu halinle seviyordur ya, sen de kendini daha çok sevmeye başlarsın. Onun gözünden kendine bakarsın. Bir damla içersin dostluğun iksirinden, dünyaya bakışın değişir. Bir yudum daha, sırtın dikleşir, özgüvenin pekişir. Dost hekimdir, lokmandır, şifacıdır. Herkese karşı billur bir köşk yahut camdan bir parça olan kalbin, dostunun elinde lastik bir top oluverir. Dost atar topu yere, vurur duvardan duvara, gene de bir şey olmaz. Lastik top seker, zıplar, ama kırılmaz. Dost yalakalık yapmaz, lafı dolandırmaz, diplomasi falan bilmez, çat diye söyler meramını, sözünü sakınmaz. Onun yergisinde iltifat, siteminde sevgi saklıdır. Dost ne dese kızılmaz. Ona kırılmak olmaz. Dosta açılan kredi, yürek kredisidir. Faizsiz. Peşinatsız. Ve yürek kredisinin ne dibi vardır ne bitimi.

Kamusal Alan ve Kadınlar

Sokaklarında kadınların rahatsız edilmeden yürüyebildikleri yerlerde daha fazla huzur var, bireye ve bireyselliğe daha fazla saygı ve özen var, daha fazla demokrasi var.

İnsanın göğüs kafesine gece çöker bazen. Gece öyle bir çöker ki ruhuna olanca ağırlığı, bütün katmanlarıyla, bir türlü gelmez sabah, gün ağarmaz. Kalbinin atışı değişir. Ritim bozuluverir ta derinden bir yerden.

Ne tuhaf ki depresyonun insanları eşitleyen bir özelliği var. Herkesin depresyona girme sebebi farklı olabilir, ama her depresyonun özü bir ve aynı. Kabuğu kaldırdın mı ince ince kanar. İnsan hep aynı yerden kanar. Hep yüreğinden.

Öfke

Ta ezelden beri Âdemoğullarının ve Havva Kızlarının en büyük iki düşmanından biri kibirdir, diğeri ise öfke. İkisine de kapılmak o kadar kolay ki. İkisi de zehirdir halbuki. Üstelik sinsi sinsi zehirlerler insanı, çaktırmadan, kendini ele vermeden. Öfke evvela onu içinde taşıyanı zehirler. Hızla yaşlandırır, yüzünün rengini soldurur, gözünün ferini. Bulaşıcıdır. Bir insandan bir insana, bir gruptan bir gruba hızla yayılır. İnsanlık öfkeye karşı aşı icat edemedi henüz.

Sevgili ben

Merak ediyorum nereden kaynaklanıyor şu melankolik hallerin? Nasıl oluyor da hem aileni, dostlarını, arkadaşları, mi, okurlarını ve ekseriya insanlığı bu kadar seviyor, sevebiliyor hem de zaman zaman böylesine had safhada asosyal ve münzevi olabiliyorsun? Bir bulabilsem dengeni… Bir anlayabilsem seni.

Erkek genellikle güneş gibidir. Ya batar ya çıkar. İktidar peşinde ya kazanır ya tepetaklak yuvarlanır. Net, berrak, sade ve yalın. Kadın ise ayın halleri gibidir. Parlarken bile bir yanı karanlıkta kalır. En görünür olduğu zamanlarda bile bir parçası bulutların ardında… Kadın muammadır.

Kökeninde yıkıma mahkûm olmayan hiçbir “yeni hayat görmedim şimdiye kadar. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunalımlı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerini soldurup kendi içine düştüğünü gördüm. Cioran – Çürümenin Kitabı

İnsanın işi öğrenmektir. Deve insandan daha güçlüdür; fil daha iri, aslan daha yiğittir. Sığır insandan daha çok yiyecek yer, kuşların erkekliği daha fazladır. Insanın işi ise öğrenmek, öğrenmek, öğrenmektir bu âlemde… Idris Şah

Ve biz kadınlar… ne yazık ki biz de bu haksız ikiliğin devam etmesine katkıda bulunuyoruz. Sadece erkekler değil, kadınlar da birbirlerini “iyi kadın-kötü kadın” diye damgalıyor, kategorilere ayırıyor. Ona göre muamele yapıyor. Unutmayalım ki, biz anneler oğullarımızı nasıl yetiştirirsek onlar da öyle öğreniyor. Biz oğullarımıza, kadınlardan daha üstün olduklarını, her şeyin ellerinin kiri olduğunu, yıkasalar geçeceğini öğretirsek, onların hatalarından bizler de mesuluz demektir. Oğullarımızın günahları bize de yazar. Yok şayet biz oğullarımıza, kız kardeşlerinden başlamak üzere, her kadına eşit ve saygılı davranmalarını öğretirsek, işte o zaman bir fark \yaratabiliriz. Daha insanca, daha yumuşak, daha muhabbetli bir gelecek için…

“Bulanlar”dan mısınız, yoksa“arayanlar”dan mı?

“Bilenler’den misiniz, yoksa “öğrenenler”den mi?

Katı mı zihninizin halleri, yoksa sıvı mı?

Daim öğretmen misiniz şu hayatta, yoksa daim öğrenci mi?

Öğretmeyi mi seviyorsunuz, öğrenmeyi mi?

Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten heyecan duyabilir misiniz, yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara asanlardan mısınız?

Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız, yoksa asla yaşlanmamak için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?

Varmayı mı tercih ediyorsunuz, gitmeyi mi?

Sahip olmayı mı seviyorsunuz, yoksa var olmayı mı?

Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden…

Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: Insanın mutlakıyetçi hali. Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın mütereddit hali.

Mutlakıyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır. Keser, biçer, kategorilere sokar. “Onlar” ve “bunlar” diye ayrılmıştır dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakıyetçilik bir nevi renk körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları bilmeden.

Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur. Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara. Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan. Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lazım illaki. Uzaklara, öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere…

Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap gibi okumak ister, daima merakla sorgular. Sadece başkalarını değil, kendini de, kendi doğrularını da tartar. Kibirden arınmıştır.

Derviştir içi. Dıştan her zaman belli olmasa da.

Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçebilmek dileğiyle… Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için…

Hızlı ve hırçın bir koşuşturma içindeyiz çoğu zaman.

Yapılacak işler, bitirilecek ödevler, gidilecek yerler, edinilecek payeler, tırmanılacak basamaklar bir türlü bitmiyor. İstanbul’da zaman, su gibi, maden gibi, ekmek gibi kıt bir kaynak olmuş; bize yetmiyor.

Güne ne kadar erken başlarsak başlayalım evden hep telaşi içinde çıkıyoruz. Ve ne kadar acele edersek edelim, azalmıyor bu telaşımız. Bir iş biter gibi oluyor, ardından hemen yeni bir iş çıkıyor. Ha bire geç kalıyoruz; yetişemiyor, yetinemiyoruz. Bedenimiz ter içinde koşarken, zihnimizin kancaları bir yerlere takılıp kalıyor. Ya geçmişe gidiyor aklımız ya geleceğe kayıyor.

Bilgi çağında yaşıyoruz. Yarım yamalak bilgiler çağında. Kitap okumak veya derinlemesine sabırla araştırmak yerine, internetten üstünkörü bir şeyler öğreniveriyoruz. Yetiyor. Televizyon kanallarında her akşam habire tartışma üstüne tartışma izliyoruz. Sanki her konuda zıt fikirlerde olmak ve çatır çatır tartışmak durumundayız. Bu “mevzilenme arayışı” beraberinde “düşünsel sabitlenmeyi” getiriyor. Kendimizi hep bir öteki üzerinden tanımladığımız için adeta çivi çakıyoruz bulunduğumuz yere. İşte o zaman “fikir sahibi” olmaktan çıkıp “sabit fikir sahibi” olmaya doğru yol alıyoruz, pupa yelken. Şu basit hakikati bile söyleyemiyoruz kendi kendimize: “Bugün, şu anda filanca konuda böyle düşünüyorum. Ama yarın fikirlerim değişebilir. Ben değişebilirim. Başka bir açıdan bakabilirim. Bir ihtimaldir. İhtimal güzel şeydir. Belki değişirim.”

Cahilin cehaleti kötüdür. Hamdır. Koftur. İçi boştur. Ama daha da kötüsü “bilen”in gafletidir aslında. Bilgiyle gelen cesaret ve cehalet karışımıdır. Bazen bilgi sadece bir perdedir. İner gözümüzün üstüne, kapatır gönlümüzü. Çok bilenin çok daha iyi anladığını sanmak hata olur. “Bildiklerini unut” diyor Dost. “Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla.” Zihnimin tahtasında kargacık burgacık harfler, irite çok kelimeler var. Alıyorum kumaş silgiyi. Tahtayı siliyorum boydan boya. Bir temizlik, bir hafiflik, bir ferahlık hali ki değmeyin gitsin.

Hiçbir konuda yüzde yüz emin olma” | diyor Dost. “Kendini ayrıcalıklı sayma. Konumuna ya da mevkiine, ismine veya şöhretine güvenme. Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir. Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye sönüverir. Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol. En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma. Cümlelerinin sonuna nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy. Açık bir kapı bırak daima. Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma. Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden…

Dün de zordu, ama içinde yaşadığımız “enformasyon çağı”nda artık daha da zor bilmiyorum” kelimesini telaffuz edebilmek. Halbuki bir söyleyebilsek şunu, hafifleyeceğiz. Berraklaşacağız. Duru ve yalın. Bir kelimenin idraki değiştirecek bakışımızı, duruşumuzu. Güzel şey, “Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum…” diyebilmek.

Babalar, Oğullar ve Torunlar

Daniel Wallace tarafından yazılmış müthiş bir roman var. Big Fish (Büyük Balık). Henüz Türkçeye neden çevrilmedi ve bizde basılmadı bilemiyorum. Genelde hızlı ve gayet atak olan edebi çeviri mekanizması, derin rekabet halindeki yayınevlerimiz bu kitabı nasıl atladı acaba? İzleyenler hatırlarlar, aynı zamanda çok da etkileyici bir film yapıldı bu romandan. Üstelik Tim Burton imzalı. Gene aynı isim altında. Sıcak, sakin, samimi, alabildiğine hayalperest ama bir o kadar mütevazı… Bir oğlun gözünden babasının hikâyesidir bu kitapta anlatılan.

Bir adam işinde son derece yüksek yerlere gelmiş olabilir; kendince önemli payeler edinmiş, büyük paralar kazanmış olabilir. Çok sayıda insan tarafından tanınıyor, hatta sayılıyor da olabilir. Ama son tahlilde onun nasıl bir insan olduğunu söyleyecek olan son bir merci var: Oğlu. Oğlunun gözünden bakınca görünen hakikat, resmin tamamı olmasa bile, en önemli parçasıdır. Büyük Balik romanında, ölüm döşeğinde yatan baba ile tek oğlu arasında şöyle bir konuşma geçer.

“Sizi çok yalnız bıraktım” der baba. “Ama bil ki ne yaptıysam sizin için yaptım. Sen ve annen için. Büyük bir gölde büyük balık olmak istedim. Küçük suda küçük balık olmak yetmedi bana.”

Oğul sessizce dinler. “İyi ama büyük adam olmanın ölçüsü ne? Çok iş yapmak mı? Çok para kazanmak mı? Çok seyahat etmek mi? Ne zaman karar verdin büyük balık olduğuna?” Baba durur, düşünür. “Bir baba, oğlu tarafından ne kadar çok seviliyorsa, o kadar büyük bir balıktır deryada.”

Saygı değil burada bahsedilen. Korku değil. Otorite değil. Oğulun babaya duyduğu katıksız aşk Büyük Balık romanında anlatılan. Böyle bir aşkla bakabiliyorsa şayet oğul babasına, her şeye rağmen onu derinden seviyor ve biliyorsa avucunun içi gibi, o adam büyük balıktı işte.

Ne yazık ki, pek çok baba var bu toplumda, ama çok azı büyük balık. Ne yazık ki bizde duygularını göstermeyi zaaf addeden, çocuklarının yanında onlarla beraber çocuk olmayı beceremeyen, eğilmez bükülmez bir babalık modeli hâkim. Bu daha köklü. Hep bir otorite peşindeyiz nedense, illaki sözümüzü dinletmek, evde kral kesilmek peşinde. Kalp kazanmayı, buyurgan olmaya tercih edemiyoruz bir türlü.

Ağlamayı kendilerine yasak eden babalar, oğullarına da yasaklıyor erken yaşta. Bacak kadar çocuğa bile, “Erkek adam ağlamaz” demelerimiz bu yüzden. Evladını uzaktan sevmekle olmuyor babalık. Bir de sevdiğini göstermek var. Kişi oğluna duygularını iletemiyorsa, kaskatı ahlak değerleri ya da belletilmiş erkeklik kodları adına kendini tutuyor, çocuğuna sarılmıyorsa, öyle sevgi, tek kanatla uçmaya çalışan kuş gibi.

İşin ilginç yanı, bu tür otoriter babaların çoğu, ilerleyen yaşlarda yumuşacık dedelere dönüşüyor. Oğullarına gösteremedikleri sevgiyi katbekat torunlarına veriyor. Altmışlarında, yetmişlerinde, seksenlerinde dedeler, ufacık torunlarının yanında yeniden hayat bulmuşçasına alabildiğine sevecen, olabildiğince şefkatli, her türlü çocuk kaprisine “bana mısın” demeden, ne kadar doğal, nasıl da kendiliğinden… Kim inanır aynı erkeklerin geçmişte kendi oğullarına karşı kaskatı davrandıklarına, daima mesafeli olduklarına? Kim inanır torunlarının yanında böylesine sevecen ve duygusal olan dedelerin, seneler boyu oğulları karşısında duygularını bastırdıklarına?

Bizde babalar değil, dedeler büyük balık oluyor genelde.