Biz ekonomik tetikçiler her ne kadar farklı biçimlerde çalışsak da en olağan işimiz, şirketlerimizin arzuladıkları kaynaklara sahip ülkeleri belirlemektir. Sonra da bu ülkelerin liderlerini kendi vatandaşlarını sömürmeleri için ayartır, rüşvet verir ve zorlarız. Onlar da ülkelerini asla geri ödeyemeyecekleri borçların altına sokar, milli varlıklarını özelleştirir, hassas çevrenin mahvolmasını yasallaştırır ve en sonunda da arzulanan bu kaynakları bizim şirketlerimize yok pahasına satarlar.
Eğer aralarında direnen bir lider çıkarsa, CIA-destekli çakallar tarafından ya devrilir ya da öldürülür.
Üçüncü Dünya’da o kadar başarılı olduk ki, patronlarımız bizi benzer stratejileri ABD’de ve dünyanın geri kalanında da uygulamaya yönlendirdi.
Sonuç:
Bugünkü ekonomik krizin arkasındaki itici güç olan sürdürülemez bir kapitalizm biçimi.
Geçici toparlanmalara karşın, bu kriz aslında küresel bir tsunaminin habercisi.
Yakın zamanlara kadar Avrupa’nın fakir ve az gelişmiş uzak bir akrabası olarak kabul edilen İzlanda’nın ekonomisi ani bir patlama yaşamış ve bu ülke Dünya Bankası’nın 2007 sıralamasında, kişi başına düşen gelir bakımından dünyanın üçüncü en zengin ülkesi olmuştu. Reykjavik, insanların bir gecede servet yaptıkları bir “Mantar Kent’e” dönüşmüştü. Ünlü kişiler, kumarbazlar, dolandırıcılar ve ekonomik tetikçiler kente sürü hâlinde akın ediyordu. Morgan Stanley, Goldman Sachs ve Wall Street’in büyük şirketlerinin çoğu, kravatlı ordularını buraya gönderiyordu.
Benim eskiden yaptığım işi yapan insanlar, petrol ve diğer değerli doğal kaynaklarından dolayı kendilerini birden materyalizmin içinde bulan Endonezya, Nijerya, Kolombiya ve benzerlerini sömürmek için hayata geçirdiklerine benzer bir model uygulayarak, kişileri ve devleti boğazlarına kadar borç altına girmeye ikna ettiler. İnsanlar tam bir Hollywoodvâri satın alma çılgınlığına kapıldılar. Miami’de malikâneler, Beverly Hills’de apartman daireleri, İngiltere’de büyük mağazalar, Danimarka’da havayolları, Bentley ve Rolls Royce otomobiller, Norveç’te elektrik santralleri, hatta bir İngiliz futbol takımı bile satın aldılar.
2007 yılında ülkenin vatandaşları, 2002 yılında sahip olduklarının yaklaşık 50 kati yabancı varlığa sahiptiler. İzlanda borsası, 2003 yılından 2007 yılına kadar 9 kat yükseldi. (Aynı süreçte ABD borsaları sadece 2 kat yükselebilmişti.) Reykjavik’teki taşınmaz mal fiyatları üçe katlanırken, ortalama bir ailenin serveti de 3 yıl içinde 3 katı arttı.
6 Ekim 2008 tarihinde, o güne kadar duyulmamış bir şey oldu. Ülke ekonomisinin birkaç katı kadar büyüme gösteren İzlanda bankaları bir anda çöktü. 100 milyar doları bulan kayıplar her geçen gün artıyordu. Ülkenin borcu, gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYIH) %850’sini buldu ve İzlanda iflas etti.?
“Geleceği, olabileceğinden çok daha pembe gösterin. İnsanları sakin tutmak için ne gerekiyorsa yapın. Statükoyu koruyun.”
Şirketlerimiz elde etmek istedikleri bir şeylere (hayati önem taşıyan doğal kaynaklar veya stratejik öneme sahip taşınmazlara) sahip bir ülkeyi belirledikten sonra, her zaman olduğu gibi ekonomik tetikçiler bu ülkelerin liderlerini ‘Dünya Bankası ya da kardeş kuruluşlarından yüklüce bir miktar borç almaları gerektiği konusunda’ ikna etmek üzere ziyarete gittiler.
Ancak, bu liderlere paranın doğrudan ülkelerine ödenmeyeceği, onun yerine elektrik santralleri, limanlar ve endüstriyel parklar gibi altyapı projeleri gerçekleştirmek için ABD şirketlerine ödeneceği söylendi. Liderlere, “Bu sizin yararınıza olacak,” dendi. “Ve dostlarınızın da.” Dostlarınız dedikleri, enerji sektöründe, ihracat ve sanayi mallarına dayalı işleri olan birkaç varlıklı yerel aileydi. Ama tabi ki liderlere, bu işlerden asıl yararlanacak olanın, söz konusu projeleri uygulayacak kendi şirketlerimiz olacağını söylemeyi her zaman ihmal ettik.
Birkaç yıl sonra, o ülkeye geri dönen ekonomik tetikçiler, “Hmmm,” derler, bir modeli inceleyen artistler gibi çenelerini sıvazlayarak. “Almış olduğunuz bu borçları ödemekte zorlanacaksınız gibi görünüyor.” Model korku içinde titremeye başlayınca da hafifçe sırıtırlar. “Merak etmeyin, her şeyi düzeltebiliriz. Yapmanız gereken tek şey petrolünüzü (ya da başka bir kaynağı) şirketlerimize ucuz fiyattan satmanız; bizi zora sokan çevre ve iş kanunlarını iptal etmeniz; ABD mallarına hiçbir zaman kota uygulamayacağınızı taahhüt etmeniz; sizin ürünleriniz etrafında oluşturmak istediğimiz ticari engelleri kabul etmeniz; kamu hizmetlerini, okulları ve diğer kamu kuruluşlarını özelleştirip bizim şirketlerimize satmanız; askerlerinizi, bizimkileri desteklemek için, Irak gibi yerlere göndermeniz…”
Bu model denizaşırı ülkelerde o kadar başarıyla uygulandı ki, bunu ABD’ye de ithal ettik. Biz ekonomik tetikçilerin Filipinler, Zaire/Kongo ve Ekvator’un liderlerinden talep ettiğimiz politika ve tekniklerin çoğu, New York, Kaliforniya ve Michigan’da da aynen uygulandı. ABD’de hayli yaygın olanlar arasında neler yoktu ki; şirketleri çevresel, sosyal, reklamda doğruculuk gibi bir zamanlar toplumun haklarını koruyan sert standartlara uymaya zorlayan yasalardan vazgeçilmesi; büyük miktarlarda kişisel, tüzel ve kamusal borcun altına girilmesi; kamu hizmetlerinin, hapishanelerin ve diğer ‘kamu’ kuruluşlarının özelleştirilmesi; ‘yurt içi güvenlik’ bahanesi ile artırılmış polis denetimi ve kamuya ait arazilerin tüzel çıkarlar için kullanılması.
Başarıyla uygulandı diyorum ama bụ sadece şirketokrasinin, yani senatörler, milletvekilleri ve başkanlarla dirsek temasında bulunan iş ve finans dünyasının güç simsarı o CEO’lar kulübünün bir üyesi iseniz doğrudur. Diğer herkes içinse, rezil bir başarısızlık olmuştur. Hastahanelerden, devlet okullarına kadar, haklarımızın birer birer elimizden alındığına, komşularımız tarafından işletilen mahalle bakkallarının büyük market zincirlerine yenik düştüğüne, medyanın bir avuç dev holding tarafından gasp edilişine şahit olan bizler, şimdi de kendimizi ‘bir daha asla yaşanmayacağı söylenen bir ekonomik durgunluğun sonuçlarına katlanır buluyoruz.
O zamanki işim Panama Devlet Başkanı Omar Torrijos’u Dünya Bankası’ndan yüklüce bir kredi çekmeye ikna etmekti. Ülkesinin iflası, (daha yeni imzalanan ve kanalı Panama’ya iade eden anlaşmaya rağmen, ABD’nin kanal üzerindeki kontrolünü garantiye alacak ve kârlı inşaat kontratlarının şirketlerimize verilmesini sağlayacaktı. Bir ülkenin liderini yozlaştırıp, onu zenginleştirmek, ülkesini de acımasızca sömürebileceğimiz bir konuma getirmek klasik bir ekonomik tetikçi dümeniydi.
Ama Omar bu işe hiç yanaşmıyordu. “Senin kahrolası parana ihtiyacım yok, Juanito,” demişti bana bir öğleden sonra.
Emin olduğum bir şey var ki, Omar’ın sistemi değiştirme çabaları hayatına mal oldu. 1981 yılının haziran ayında, uluslararası medyada hemen herkesin bir CIA komplosu diye nitelendirdiği bir olayda, özel jetinin düşmesi sonucu öldü. Bu trajik haberi aldığımda sarsılsam da çok şaşırmadım. Zaten birkaç aydır, ekonomik tetikçilerin onu yozlaştırma girişimlerine boyun eğmediği takdirde, sonunda çakalların onun da icabına bakacaklarından korkuyordum; aynı, İran’da Muhammed Musaddık’ın, Guatemala’da Jacobo Arbenz’in, Endonezya’da Ahmet Sukarno’nun, Kongo’da Patrice Lumumba’nın, Şili’de Salvador Allende’nin, Ekvador’da Jaime Roldós’un ve daha nicelerinin icabına baktıkları gibi.
Clinton’un “Afrika Rönesans’ı” programını, ülkesinin kapılarını Amerikan şirketlerinin talanına ve kârlarına açması şartıyla, birbiri ardına acımasız diktatörleri desteklerken, protesto etmedik. Bir-iki istisna dışında, 11 Eylül sonrası askerlerimizi Irak’a göndermenin mantığını sorgulamadık. Devletimizin, diğer ülkelerle imzaladığı ve onlar için son derece insafsız ve adil olmayan şartlar içeren ticari anlaşmaları, dünyanın her tarafında birikmekte olan muazzam miktarda borcu ve Washington’un birbirinin peşi sıra denetimleri kaldırıp, ölçüsüz güçler bağışladığı Büyük Şirketleri görmezden geldik.
Bir insan hakları kuruluşu olan Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı ve dünya çapındaki ekonomik gerilemenin tüm dünyada daha fazla baskıya yol açmakta olduğuna dikkat çeken Mayıs 2009 tarihli raporu, ‘eşitsizlik, haksızlık ve güvensizlikten ibaret bir barut fıçısının üzerinde oturduğumuz ve bunun patlamak üzere olduğu,’ uyarısını yapıyordu. Tüm bunları ve daha sayısız işareti görmezden geldik.
Çevre koruma programlarına; kendilerini fakirler, gençler, yaşlılar ve aciz durumdakilerin sosyal ve yaşamsal şartlarını iyileştirmeye adamış kâr amacı gütmeyen kuruluşlara ve sivil toplum kuruluşlarına (STK) ve yaşamı bildiğimiz şekli ile olası kılmak için gezegenimizin koşullarını izleyen ve koruyanlara ayrılan fonların birer birer kurumasını seyrettik. Çocuklarımıza ve onların çocuklarına yarayacak değişimlerden sakındık. Onun yerine, artan benzin fiyatlarından ve vergilerden şikâyet ettik, Hummerlar ve iPodlar satın aldık, siyasi kampanyaları destekleyen ve CEO’ların ceplerini dolduran politikaları destekledik.
İstatistikleri okuduk, birbirimize baktık, omuzlarımızı silktik ve kendimizi, ‘sistemimizin belki de mükemmel olmadığı ama var olanlar içindeki en iyisi olduğu,” konusunda ikna etmeye çalıştık.
Masanın üzerine bir harita yayıp, Soğuk Savaş döneminde, İran’ın satranç tahtasında neden çok kritik bir parça olduğunu anlatmaya başladı. “Ülke petrol dolu, ama…” Haritaya işaret etti. “Daha da önemlisi, komşularına bak: Sovyetler Birliği, Türkiye, Irak, Suudi Arabistan, Afganistan ve Pakistan. Ayrıca, İran’ı kontrol eden taraf Basra Körfezi’ne de hükmeder ve kolaylıkla İsrail, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye roket saldırısında bulunabilir.”
Sözlerine devamla, 1951 yılında, İran halkının, başbakanlık için yapılan demokratik seçimlerde, petrol şirketlerini elde ettikleri kârdan halka daha fazla pay vermeye zorlayacağına, buna yanaşmayanları da kamulaştıracağına söz veren Muhammed Musaddık’ı (Time dergisinin 1951’deki ‘Yılın Adamı’) seçtiğini söyledi. “Adam seçim kampanyasında verdiği sözü tuttu.”
Haritayı katladı. “Piç kurusu, İran’ın petrol kaynaklarını millileştirdi.”
Sonra da gülümsedi. “Ve de… İngiliz ve Amerikan istihbaratının hışmına uğradı. Büyük hata…”
Bana, gazeteden kestiği bir karikatürü gösterdi. Bir geyik sürüsünün ortasına dalan bir kurt, ortalığı birbirine katmıştı. Biri yavru biri yetişkin iki kurt da kenarda sessizce oturmuş, seyrediyorlardı.
“Baban onları iyice yorup, korkuttuktan sonra,” diye açılıyordu büyük olanı. “Biz ortaya çıkıp, onları kurtaracağız. Sonra da akşam yemeğine hangisini istersek seçebiliriz.”
“İşte bu, yaptığımız işi kabaca özetliyor,” dedi Claudine. Bana iki kitap uzatti.
Tüketim İşlevinin Kuramı ile Kapitalizm ve Özgürlük. “Bu haftaki okuma ödevin. Pek James Bond sayılmaz.”
Her iki kitabın da kapağına bir göz attım. İkisi de Milton Friedman’ındı.
“Ama bunları anlarsan,” diye devam etti. “James Bond’unki gibi bir yaşama sahip olacaksın… Tabii ki füzeye dönüşen dolma kalemler dışında.”
Geriye dönüp bakınca, Panama Devlet Başkanı Omar Torrijos’un da söylediği gibi, kandırıldığımı görebiliyorum. Aşırı derecede kapitalize edilmiş altyapı projelerine yatırılan büyük miktarda borç paranın, özelleştirme ile birleştirilince yoksulluğu azaltacağı kandırmacasını ben de yuttum. Ama bu borçlar ve projeler, onları alan ülkelerin ekonomik olarak büyüdüklerini gösterip, işleri kâğıt üzerinde iyi gösterirken, sözü edilmeyen kısım, bunların faizini ödemek için sağlık hizmetleri, eğitim ve diğer sosyal hizmetlere ayrılması gereken fonların kullanılıyor olduğuydu…
Ağır borçlar giderek daha fazla insanı yoksulluğa itti ve zenginle fakir arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi. Yapılan tüm çalışmalar, Üçüncü Dünya’da yoksulların çoğunun istatistikî olarak ölçülen ekonominin dışında yaşıyor olduğu gerçeğini belirtmeyi ihmal etti. Bu insanların elektrik ya da araba alacak paraları olmadığı gibi, liman ya da havaalanlarını kullanmıyorlar. Modern endüstri parklarında çalışan birkaçı da genellikle çok kötü çalışma şartlarından, düşük ücretlerden ve sık sık işten çıkartılmalardan muzdaripti.
‘Az devlet, iyi devlettir’
“İyi bir yönetici sadık bir asker gibidir,” derdi Profesör Ashton, Boston Üniversitesi’nde İş İdaresi 101 dersindeki öğrencilerine. “Davaya sadıktır, işini sadece maaşını almak için yapmaz. Şirketin uzun vadede büyümesi için bir görev bilinci ile hareket eder.”
Ronald Reagan’ın başkan seçilmesi ve ekonomide Friedman anlayışının yükselişe geçmesiyle birlikte tüm bunlar birden durma noktasına geldi. Tek yükümlülüklerinin kâr maksimizasyonu olduğu inancına sarılan şirketler, kısa dönem kârlılıklarını arttırmak için neredeyse her yolu denemekte bir sakınca görmediler.
İş dünyasında insanlar kendilerini şirketlerinin uzun vadeli büyümesi ya da tüketici anketlerinde aldığı puana göre değerlendirmekten vazgeçtiler; onun yerine değerleri, maaş ve ikramiyeler, diğer şirketlerle birleşmeler ve bağladıkları kısa vadeli anlaşmalarla ölçülmeye başlandı. İyi birer askerden, en yüksek ücret ödeyene kendini satan birer paralı askere dönüştüler.
Yöneticiler şirketlerini hızla büyüttüler. Hisselerinin değerini -ve maaşları ile ikramiyelerini artıran kısa vadeli anlaşmalar uğruna, uzun vadeli hedefleri ihmal ettiler. 2000’li yıllar birer birer geçerken, büyüme –ya da hatta bir büyüme yanılgısı bile– yaratmak için fırsatlar da birer birer tükendi. Pazarlar küçüldü. Hem de hızla.
Ekonominin klasik arz (a) ve talep (t) eğrileri modeli, bize üretim miktarı (arz) talebi aştığı zaman fiyatların talep artana kadar düştüğünü ve böylece a ve t’nin sonunda dengelendiğini öğretir. Çokuluslu şirketlerin başındaki yöneticiler bir de değişiklik yaptılar; giderek artan üretim (a) ikilemine sadece fiyatları indirerek -geleneksel yaklaşım- değil, pazarları genişleterek ve yeni pazarlar açarak da (t) karşılık verdiler. Mallarını ve hizmetlerini Hindistan ve Latin Amerika’ya pazarladılar. Talep bir anda patladı. Üretimlerini artırdılar, sonra yine yeni pazarlar açmak zorunda kaldılar; Afrika ve Çin’de.
Sattıkları mal ve hizmetlerin çoğu yokluk içindeki insanları giydirip doyurmak, kirletilmiş ortamları temizlemek ya da petrole dayalı olmayan enerji kaynakları keşfetmek gibi gerçek ihtiyaçlar yerine, sadece maddi arzuları karşılamaya yönelikti.
“Borcu olan kişi bir köledir.” Ralph Waldo Emerson
Hayırseverliğin işlevi çok çarpıcıdır. Kâr amacı gütmeyen birçok kuruluşun kurucusu ve yönetim kurulu üyesi olarak, ben de servetlerini, destekledikleri kuruluşların felsefelerine ters düşen eylemlerden kazanmış kişilerden gelen bağışları kabul etmenin etik bir davranış olup olmayacağı ile ilgili sorularla boğuşmak zorunda kalmış biriyim. Hayırseverlerin gerçek amaçlarını anlayabilmek tabii ki olası değildir; kendi suçluluk duygularını bastırmaktan, halkı ne kadar sevecen olduklarına inandırmaktan, gerçekten de bir iyilik yapma isteğine kadar her şey olabilir. Üstelik, sadece ekonomik bir bakış açısından, hayırseverlik verimli değildir. Milyarlarca dolar kazanıp, bu arada başkalarının işlerini yitirmelerine yol açan, küçük girişimcileri iflasa sürükleyen ya da çevreye zarar veren ve sonra da servetinin küçük bir kısmını bu sorunları giderme çabalarına ya da sanata bağışlayan biri, daha az kâr edip, daha fazla insana is olanağı yaratarak, küçük girişimcilere destek olup yöneticilerinin çevreye daha duyarlı olmalarında ısrarcı olsaydı, dünyaya çok daha fazla hizmet etmiş olurdu.
Çok tipik bir örnek de Bill Gates’tir. Microsoft’un kurucusu (Paul Allen ile birlikte) ve CEO’su olan Gates, ortaya toplumsal yaşamda devrim yaratan gerçek bir mal sunmuş olmakla övünebilir, her ne kadar sayısız rakibini ve genç şirketi iflasa sürüklemiş ve yazılım pazarında neredeyse bir tekel yaratmış olsa da. Ve sırada da büyük bir servetin sahibi oldu. 1995 yılından itibaren 10 yıldan fazla bir süre Forbes dergisinin ‘Dünyanın En Zengin İnsanları’ listesinde bir numarada kaldı. 1999 yılında 100 milyar doların üzerindeki net değeri, medyanın onu ‘yüzmilyarder’ diye adlandırmasına neden oldu. Şirketinin konumu artık iyice sağlamlaştıktan sonra eşi ile dünyanın şeffaflıkla işletilen en büyük hayırsever vakfı olan Bill ve Melinda Gates Vakfı’nı kurdu. Bu hayırsever vakıf, hükümetler ve sivil toplum kuruluşları tarafından genelde göz ardı edilen küresel sorunlara odaklanarak, hayati bir işlevi yerine getiriyor gibi görünüyor.
Bir hayırsever olarak Bill Gates, dürüstlüğü tartışılmaz bir kişi gibi duruyor. Ailesi, 2008 yılına gelindiğinde hayır kuruluşlarına neredeyse 30 milyar dolar tutarında bağışta bulunmuştu. Time dergisi onu 20. yüzyılı en çok etkileyen 100 kişiden biri olarak belirledi; karısı Melinda ve rock grubu U2’nun solisti Bono ile 2005 için ‘Yılın Kişileri’ secti. Chief Executive Officers dergisi tarafından yılın CEO’su seçildi ve 2006 yılının ‘Günümüzün Kahramanları listesinde 8’inci sırada yer aldı.
Ancak, Bill ve Melinda Gates Vakfı, yoksullukla mücadele etmeyi amaçladığı Üçüncü Dünya ülkelerindeki yoksulluğa katkıda bulunmakla suçlanan şirketlere yatırım yaptığı için ağır eleştiriler aldı. Bu şirketler arasında, gelişmekte olan ülkelere uygun fiyatlarda ilaç satmayı reddeden şirketler ile çevre kirliliğine ciddi şekilde katkıda bulunan birçok şirket vardı. Vakfın, halkın bu yatırımlara gösterdiği tepkilere cevabı, sadece 2007 yılında politikalarını gözden geçireceğini açıklaması oldu. Sonra da sessiz sedasız, şirketlerin eylemlerine göre değil, kâr maksimizasyonuna göre portföy oluşturulduğu yolunda bir açıklama yapıldı.
Demiryolları, çelik ve elektrikli ev aletlerinin gelişmesine öncülük yapan ‘hırsız’ baronlar gibi, Bill Gates de teknolojiye çarpıcı katkılarda bulundu. Ama onlar gibi o da zengin ile yoksul arasındaki farkın büyümesinde önemli bir rol oynadı. Yüz yıl öncesine göre dünyanın biraz da onun ürünlerinden dolayı, çok daha bütünleştiği günümüzde, onun gibi insanların eylemleri eskiye göre çok daha ciddi sonuçlar doğuruyor.
Çoğu hakkında şunu açıkça söyleyebiliriz: Amaçları arasında, servetlerini kazanmalarına olanak sağlayan işçilere ve tüketicilere yardım etmeye niyetli birer sorumlu vatandaş olmak yoktur.
Sirketokrasinin bu üyeleri, her ne kadar hayır kurumlarına yaptıkları bağışları halkın gözüne soksalar da, diğer yandan sessizce isçi-dostu, tüketici-dostu ve çevre-dostu düzenlemelerle ve onları paylarına düşen vergileri ödemeye zorlayacak yasal düzenlemelerle mücadele etmek için avukatlara ve lobicilere bir servet harcamaktan da çekinmezler.
Şirketler tarafından ödenen federal vergiler toplam vergilerin 1943 yılında %40’r iken, 2003 yılında %7’sine düşmüştür.
ABD’deki servet dağılımına bakarsak, ekonomik açıdan en tepedeki %10, hisse senetlerinin, tahvillerin, vakıf fonlarının ve şirketlerin neredeyse %90’ına ve konut-dışı taşınmazın da %75’ten fazlasına sahip.
Kaliforniya Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan G. William Domhoff’a göre, Gelir getiren kaynakların kontrolü açısından gerçekte önemli olan finansal servet olduğuna göre, işte sadece bu %10 Amerika Birleşik Devletleri’nin sahibi diyebiliriz.
Ve biz geri kalanlar, onların bu haline razı olduk.
Jetleri, yatları ve gösterişli evleri ile onları idolleştirdik.
Hayırseverliklerini ve göstermelik sözlerini ciddiye aldık.
Kaynaklarımızı onlara devrettik, onları ve danışmanlarını devlet görevlerine getirdik.
İnsan, İngiliz aristokrasisine karşı kurtuluş savaşı veren bir ulus, nasıl olup da bu kadar dibe vurmaya izin verir, diye düşünmekten kendini alamıyor.
Gelecek nesiller dönüp bugünlere baktıklarında, petrol çıkartma işlemleri sırasında yok olan ormanların, tükenen kaynakların ve ‘dış etmenler’ olarak göz ardı edilen daha yüzlerce etmenin maliyetini onlara devrettiğimiz için bizleri sorumlu tutacak. Çünkü fatura neticede çocuklarımıza ve torunlarımıza çıkacak.
Tüketici olarak, şirketlere, “En iyi tenis ayakkabılarını çok ucuz fiyatlara almak istiyoruz; sefil bir yaşam süren, genç yaşta ölen ve geride aç çocuklar bırakan sweatshop çalışanlarını da görmezden geliriz.
Arabalarımız için bize ucuz benzin satın; kirlenmiş nehirler ile mahvolmuş orman ve çöllerin fotoğraflarını görünce de başımızı çeviririz,” demeye çok alıştık.
Bugünkü ekonomik krizler, bizim ‘istediklerimizin bedellerini ödemeye’ niyetli olmadığımızın bir göstergesi. Sanki devasa bir indirimli alışveriş merkezinde alışveriş yapmışız ve hâlâ da yapmaya devam ediyor gibiyiz. Her şeyi yarı fiyatına alıyoruz. Ne yazık ki çocuklarımız ve onların çocukları kendi alacakları mallar için sadece tam ücreti ödemek zorunda kalmayacaklar, bizim ödemediklerimizi de -faiziyle birlikte, ödemek zorunda kalacaklar.
Eğer iş yapmanın tek amacının kâr etmek olduğu kavramını desteklerseniz, grubu bireyden daha önemli bir yere konumlandıran bir kültürde, bireyselliği öne çıkartan bir kültüre göre çok daha farklı bir kapitalizm yorumuna ulaşırsınız. İkincisi sadece kurallar gerektirdiğinde toplumun çıkarını düşünürken, birincisi bunu benliğine yerleşmiş etik anlayışından dolayı yapar.
Çin Avrupa Okulu’nun dekanı Rolf Cremer ve eşi Heidi, beni bir akşam yemeğe davet ettiler. Almanya’dan gelip yerleşeli 20 yılı aşkın bir süre olduğu için ülke hakkında herhangi bir yabancıdan çok daha bilgili olacaklarını düşünmüştüm. Çin’in küresel ekonomik sarsıntılara nasıl yanıt vereceği hakkındaki sorumu Heidi, “İyimserlikle,” diye yanıtladı. “Avrupa ve ABD gibi, dünyanın birçok yerinde insanlar şikâyet edip, başkalarını suçluyorlar ama işleri düzeltmek için de pek bir şey yapmıyorlar. Değişmemek için nedenler arıyorlar. Burada tam tersi. Çinliler önce kendilerine bir şeyin neden işe yarayacağını anlatıyorlar. Sonra da harekete geçiyorlar; onun için de işe yarıyor.”
Bir zamanlar ben de bir esir tüccarıydım. Bir ET olarak ilk görevimde bütün bir ülkeyi esir almaya gönderilmiştim. Endonezyalı yetkilileri, uluslararası borç almayı kabul etmeye ikna ettim. Böylece ABD mühendislik şirketleri çeşitli projeleri gerçekleştirmek için çok yağlı anlaşmalar yaptılar.
Petrol şirketlerimiz çevreye ve yerel halka verecekleri zarar ne olursa olsun, sismologların petrol olabileceğini düşündükleri her yeri delmek konusunda imtiyazlar kazandılar. Endonezya’nın borcu, ülkeyi fiilen bir ABD kolonisine dönüştürdü; hazır giyim ve ayakkabı şirketlerine de işçileri modern esirlere dönüştürerek sweatshoplarda sömürmeleri için kapıyı açtı. Oradaki başarımdan sonra, bu süreci Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’da tekrarladım. Kandırılmış ABD halkı ise tüm bu ülkelerde yoksulluğu sona erdirmek için çalıştığımıza inanıyordu.
Bu süreç Üçüncü Dünya’da o kadar iyi sonuç verdi ki, onu evimizde de uygulamaya karar verdik. Şirketokrasi kendi halkını sömürgeleştirdi. Yaklaşım aynıydı ama ülkeler yerine bireylere uygulanıyordu: Borç, özelleştirme, deregülasyon.
“Eğer insanları ödeyemeyecekleri bir borç yükü altına sokmayı başarır ve onları spor karşılaşmaları, Popstar gibi programlarla ve ünlü kişilerin cinsel yaşamlarıyla meşgul ederseniz, arzularını ve finansal kararlarını kontrol edebilirsiniz. Onları yönlendirebilir ve kullanabilirsiniz.”
Çocuklarımızı sevdiğimiz konusunda ciddiysek buzulları eriten, okyanusları kirleten ve soluduğumuz havayı zehirle dolduran eylemlerde bulunmayı engelleyecek kurallar ve düzenlemeler getirmekten başka bir çaremiz yok.
Ürettiğimiz ve tükettiğimiz malların çevreye verdiği zararları görmezden gelmek, bir şirketin bilançosundan çok büyük bir borcu silip, onu hayalî bir kuruluşa yükleyip, sonra da şirketin mali durumunun sağlıklı olduğunu iddia etmeye benzer. Sonunda, bu nasıl Enron için bir işe yaramadıysa, geri kalanımız ya da doğa içinde bir işe yaramayacak. Sadece bir dünyamız var. Ve o bizim evimiz; her şeyiyle.
“Serbest ticaret lafı başkalarının çokuluslu şirketlerimize tanınan ayrıcalıklardan yararlanmasını engelleyen bir kandırmacadan başka bir şey değil.”
Dar görüşlü yaklaşımlarımız ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan politikalar, şiddeti, ayaklanmaları ve savaşları kışkırtıyor. Uzun vadede ‘terörist’ diye nitelendirdiğimiz insanlara saldırmamızın hiç kimseye bir yararı yok. Tek ve bariz bir istisna hariç: Şirketokrasi.
Gemileri, füzeleri ve zırhlı araçları yapan; silahları, üniformaları ve kurşun geçirmez yelekleri üreten; yiyecek, içecek ve cephane dağıtan; sigorta hizmetleri, ilaç ve tuvalet kâğıdı sağlayan; limanlar, havaalanları ve evler yapan ve harap olmuş kasabaları, fabrikaları, okulları ve hastaneleri onaran şirketlerin sahipleri ve yöneticileri; asıl kazananlar onlar ve sadece onlardır.
Geri kalanımız, o tek ve fazladan anlam yüklenmiş sözcükle, terörist sözcüğü ile KAFESLENİYORUZ.
