Kitap Notları

Vücudunuz Hayır Diyorsa

Nasıl hayır deneceğini öğrenmemiz engellendiğinde, bunu sonunda bedenlerimiz sonunda bizim yerimize hayır diyebilir.

İnsanları –sağlıklı olsunlar veya olmasınlar, büyüdükleri, yaşadıkları, çalıştıkları, oynadıkları, âşık oldukları ve öldükleri ortamdan soyutlanmış bir şekilde yaşıyormuş gibi tanımlamak istiyoruz. Bunlar ortodoks tıbbın içinde yerleşik, saklı bulunan ve hekimlerin çoğunun eğitimleri sırasında edindiği ve meslek yaşamlarına taşıdığı önyargılardır.

Bilim insanının denetlenmemiş varsayımları, keşfedeceği şeyi hem belirlemekte hem de sınırlamaktadır. Bilime ve bilim insanlarına bu kadar bağımlı olduğumuz bir çağda bu temel nokta özel ilgi gerektirmektedir. Hans Selye

Doktorlar, uzmanlaştıkça, vücudun bir parçası veya organı hakkında daha çok şey bilmekte ve o parçanın veya organın ait olduğu insanı daha az anlama eğilimi sergilemektedir.

İnsanlığın, bilimsel yöntemlerin dikkatli bir şekilde tatbikinden elde ettiği muazzam yararları inkâr etmek için ancak şuursuz bir entelektüel teknoloji düşmanı olmak gerekir. Ancak tüm temel bilgilerin laboratuvar ortamında veya istatistiksel analizlerle teyidi mümkün değildir.

Kimyasal analizler çömlekçiliğin sanatsal değeri hakkında ne anlatabiliyorsa, tıp da iyileşme, ıstırap çekme ve ölme eylemlerinin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi hakkında o kadar şey anlatabilmektedir. Ivan Ilyiç – Limits to Medicine (Tıbbın Sınırları)

Modern bilimi ıstıraplarımızın nihai hakemi mertebesine oturturken, önceki çağların irfanını buruşturup atmak konusunda fazla istekli davranıyoruz.

Psikonöroimmünoloji; zihin ile bedenin etkileşimlerini, insan gelişiminde ve yaşam boyu sağlıkta ve hastalıkta duygular ile fizyolojinin ayrılmaz bütünlüğünü inceleyen bilim dalıdır.

Bağışıklık sistemimiz, varlığını günlük yaşamdan soyutlanmış bir şekilde sürdürmez.

Birçok insan farkında olmadan tüm yaşamını, ne pahasına olursa olsun memnun etmeleri gereken güçlü ve eleştirel bir müfettiş gözetimindeymiş gibi geçirir. Birçoğumuz, yalnız olmasak da en derin ihtiyaçlarımızı tanımayan veya doyurmayan, duygusal açıdan yetersiz ilişkiler yaşarız. Soyutlanma ve stres, yaşamlarının oldukça tatminkâr olduğunu düşünüyor olabilecek birçok insanı etkilemektedir.

Stres; güçlü duygusal uyarıcılara verilen karmaşık bir dizi fiziksel ve biyokimyasal yanıttır.

Duygular; ana organlarımızın işlevini, bağışıklık savunmalarımızın bütünlüğünü ve vücudun fiziksel durumunun yönetilmesine yardımcı olan dolaşımdaki birçok biyolojik maddenin çalışmasını etkiler – ve aynı zamanda bunlardan etkilenir.

Duygular bastırıldığında, vücudun hastalığa karşı savunması kırılır. Bastırma, duyguları farkındalıktan kopartma ve bilinçaltına itme, fizyolojik savunmalarımızın düzenini bozup kafasını karıştırır; bunun sonucu olarak bazı insanlarda bu savunmalar yolunu şaşırıp sağlığı korumak yerine, kişiye zarar verir hale gelir.

Ciddi bir hastalıkla boğuşan hastalarımın hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında hayır demeyi öğrenememiş kişilerdi.

Hepimiz suçlanmaktan korksak da herkes daha sorumlu olmak ister. Kendi hayatımızda belirleyici insan olmak isteriz. Söz sahibi olmak ve bizi etkileyen asıl kararları alabilmek. Farkındalık olmadan gerçek bir sorumluluk olamaz.

Kendimiz hakkında ne kadar çok şey öğrenebilirsek, pasif kurban olmaya o kadar daha az meyilli hale geliriz.

Zihin ve beden bağlantılarının sadece hastalık algımız için değil, aynı zamanda sağlık algımız için de kavranması gerekir.

Duygular ile fizyoloji arasında bir bağlantı varsa, insanlara bu bağlantıyı bildirmemek onları kuvvetli bir silahtan mahrum bırakacaktır.

Temel ilişki güçlükleri veya maddi güvensizlik gibi niteliksel olarak aşırı stres altında olan hastaların ataklara neredeyse dört kat daha yatkın olduğu ortaya çıkmıştır.

Sanatsal ifade, duyguları etraflıca ele almanın bir yolu değil, sadece bir duyguları dışa vurma biçimidir.

Psikolojik dinamiklerimiz, duygusal çevremiz ve fizyolojimiz arasındaki çapraşık ilişkiler dengesini anlamak, esenliğimiz açısından hayati öneme sahiptir.

Sağlık ve hastalığa yönelik tıbbi yaklaşım, beden ile zihnin birbirinden ve var oldukları çevreden ayırt edilebildiğini varsaymayı sürdürmektedir. Bu hatanın örtbas edilmesi, dar ve indirgemeci bir stres tanımı getirmektedir.

Yüksek seviyelerde iç stresi çocukluğundan beri alışkanlık haline getirenler için, stresin yokluğu rahatsızlık yaratır, can sıkıntısı ve bir anlamsızlık hissiyatı uyandırır. İnsanlar kendi stres hormonlarına, adrenaline ve kortizole bağımlı hale gelebiliyor, diye bir gözlemde bulunuyor Hans Selye. Bu tür insanlar için stres arzulanır bir duygudur; yokluğu ise kaçınılması gereken bir şey gibi gelir.

Stres, organizma kendi varlığına veya esenliğine yönelik bir tehdit algıladığında meydana gelen görünür veya görünmez iç değişimlerden oluşmaktadır.

Aşırı stres; bir organizmaya yönelik talepler, o organizmanın makul kapasitesini aştığında meydana gelir. Lastik bant kopar, yay deforme olur. Stres, yanıt olarak verilen iltihap veya yaralanma şeklindeki fiziksel zararla da ortaya çıkabilir. Duygusal travma veya sadece tahayyül seviyesinde kalsa bile, yalnızca travma tehdidiyle de tetiklenebilir.

Hiç tereddütsüz denebilir ki, insanoğlu için en önemli stres kaynakları duygusal olanlardır. Hans Selye

Evrensel olarak strese yol açan üç faktör tespit etmiştir: belirsizlik, bilgi eksikliği ve kontrol kaybı.

Tıpkı hiçbir yere kaçamayan denek hayvanları gibi, insanlar da sağlığa zararlı yaşam tarzları ve duygusal kalıplar içerisine hapsediyor kendisini. Öyle görünüyor ki, ekonomik kalkınma seviyesi ne kadar yüksek olursa, duygusal gerçekliklerimize karşı daha çok uyutuluyoruz. Bedenimizde ne olup bittiğini artık hissedemiyoruz ve dolayısıyla kendimizi koruyacak şekilde hareket edemiyoruz. Stresin fizyolojisi bedenlerimizi yavaş yavaş tüketiyor; bunun sebebi bedenimizin artık işe yaramaması değil, bizim onun gönderdiği işaretleri anlamaya artık muktedir olmamamızdır.

Özdüzenleme, kısmen, kişinin kendi hisleri ve arzularıyla uygun ve tatmin edici bir şekilde başa çıkabilme becerisi olarak tanımlanan duygusal yeterliğe ulaşmasını içermektedir. Duygulardan yoksunluk, hâkim etik olduğu, çocuklara sık sık “o kadar duygusal olma” ve o kadar hassas olma” tavsiyelerinin verildiği ve akılcılığın genellikle duygusallığın yeğlenen antitezi olarak görüldüğü toplumumuzda duygusal yeterlik için gereken dirayetler genelde namevcuttur. Akılcılığın yüceltilen kültürel sembolü, Uzay Yolu’ndaki duygu yoksunu Vulcan karakteri Spock’tur. Ross Buck

Duygusal yeterlik şunları gerektirir:

1- Duygularımızı hissetme kapasitesi; ki böylece stres yaşadığımızda bunun farkına varırız.

2- Duygularımızı etkili bir şekilde ifade edebilme ve böylece ihtiyaçlarımızı ortaya koyma ve duygusal sınırlarımızın bütünlüğünü koruma becerisi.

3- Mevcut duruma ait psikolojik tepkiler ile geçmişin kalıntılarını temsil eden psikolojik tepkiler arasında ayrım yapabilme becerisi.

4- Başkalarından kabul veya onay elde etmek adına bastırmak yerine, karşılanması gereken gerçek ihtiyaçların fark edilmesi.

Bu kriterler karşılanmadığında stres meydana gelir ve o da özdengenin bozulmasına yol açar. Kronik bozulma, sağlığın bozulmasına yol açar.

Kendimizi bir sağlık riski yaratacak gizli streslerden korumak istiyorsak duygusal yeterlik geliştirmemiz gerekmektedir; yine, iyileşmek için de yeniden kazanmamız gereken şey duygusal yeterliktir. En iyi engelleyici ilaç olarak, çocuklarımızda duygusal yeterliği beslememiz gerekir.

Sınırlarımızı savunmak için kendimizi ortaya koymak, gerektiğinde, saldırgan da gözükebilir ve gözükmelidir.

Herkesin gözyaşını ben dökemezdim, kendime bakmak zorundaydım… Kendinize bakmanız gerektiğini anlamanız çok önemli, zira kendinize bakmadan kimseye bakamıyorsunuz.

İnsanı merkeze alan bütüncül yaklaşım, kan testini veya patoloji raporunu değil de kişinin yaşam öyküsünü dikkate alır. İnsanları, karşı karşıya kaldıkları hem çevrelerindeki hem de kendi içlerinde ürettikleri her bir stres unsurunu dikkatle incelemeye teşvik eder.

İnsanlara bir hastalık teşhisi konulduğunda -ister kanser olsun ister kalp rahatsızlığı, normalde stresle başa çıkmakta kullandıkları yolları hemencecik değiştirmez veya derhal yeni davranış biçimleri geliştirmezler…

Stres altında, insanlar genellikle mevcut yardım kaynaklarını ve savunma biçimlerini harekete geçirirler.

Herhangi bir kişilik türünün kansere yol açtığını söylemek mümkün olmamakla birlikte, birtakım karakter özellikleri fizyolojik stres yaratma ihtimali daha fazla olduğundan kesinlikte riski artırmaktadır. Bastırma, hayır diyememe ve kişinin kendi öfkesinin farkında olmaması, kişinin duygularının ifade edilmediği, ihtiyaçlarının görmezden gelindiği ve nezaketinin suistimal edildiği durumlarla karşı karşıya kalmasını çok daha muhtemel kılmaktadır. Bunlar, kişi stres yaşadığının farkında otsun olmasın, stresi tetikleyen durumlardır.

Yıllar içerisinde tekrarlanarak ve çoğalarak, vücut dengesine [homeostazi] ve bağışıklık sistemine zarar verme potansiyeli yaratırlar. Bir vücudun fizyolojik denge ve bağışıklık savunmalarını zayıflatarak, hastalığa kapı aralayan veya direnç gücünü azaltan şey, başlı başına kişilik değil strestir.

Kontrol güdüsü doğuştan gelen bir özellik değil, bir başa çıkma tarzıdır.

Duygusal bastırma da sabit bir karakter özelliği olmaktan ziyade bir başa çıkma tarzıdır.

İçgüdüsel sezgiler beynin duygu merkezlerinin önemli bulduğu ve hipotalamus aracılığıyla aktardığı algılan ön plana çıkartmaktadır. Bağırsaktaki ağrı da bedenin mesaj göndermek için kullandığı ve görmezden gelmenin güç olduğu sinyallerden biridir. Yani, ağrı da bir algı biçimidir.

Ağrı, temel algı yollarımızın kapalı olduğu zamanlarda bizi uyarmakta kullanılan kuvvetli bir ikincil algı yoludur. Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize.

Kabul, olayları olduğu gibi tanımak ve kabul etmek konusundaki istekliliktir. Negatif düşüncenin, geleceğe yaklaşımımızı belirlemesine müsaade etmeden, kavrayışımızı bilgilendirmesine izin verme yürekliliğidir. Kabul, bizi rahatsız eden koşulların devamına boyun eğip katlanmayı değil, olayların şu andaki olagelme biçiminin inkârını reddetmeyi gerektirir.